İngilizce hâlâ dünyaya hükmediyor ancak bu her zaman iyi bir şey değil. Bu dilin gücünü dizginlemenin zamanı geldi mi?

Michele Gazzola
kaynak: https://www.theguardian.com/commentisfree/2023/dec/27/english-world-power-language-linguistic-justice

İngilizce bilmek akıcı konuşanlar için net faydaları vardır, ama diğerleri için büyük maliyetleri vardır. İşte dilsel adaleti güçlendirmenin bazı yolları:

Noel tatilini Avrupa ana karasında geçiren herkes, mağazalarda ve otellerde İngilizce konuşabilen ve bu dilde tabela ve menüleri okuyabilen personelle tanışmanın oldukça yaygın olduğunu gözlemlemiştir. Bu gerçek hiç de sürpriz olmamalı ve tesadüf de değildir: Avrupa’da İngilizce becerilerinin yayılması, büyük ölçüde, geçtiğimiz on yıllar boyunca bu dilin devlet okullarında öğretilmesini yoğun bir şekilde teşvik eden eğitim politikalarının sonucudur.

Bunun nedenleri çok çeşitlidir ve iyi bilinmektedir. İngilizce önemli bir kültür dilidir ve Çince ve İspanyolca’dan sonra dünyada ana dil olarak en çok konuşulan üçüncü dildir. Anadili İngilizce olanların sayısı yaklaşık 373 milyondur (dünya nüfusunun kabaca %5’i), çoğunlukla altı gelişmiş sanayileşmiş demokratik ülkelerde yoğunlaşmıştır (Avustralya, Kanada, İrlanda, Yeni Zelanda, Birleşik Krallık ve ABD) ve bunlar hep birlikte nominal olarak dünya gayri safi hasılasının %33’ünü üretmektedirler. Sömürge mirasının bir sonucu olarak İngilizce, başta Afrika olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde resmi veya ortak/ikinci resmi dildir.

Bu nedenle İngilizcenin iletişim değeri yüksektir ve onu öğrenmeye olan ilgi de öyledir. Birçok kişi İngilizceyi ikinci veya yabancı dil olarak kullanıyor. Kesin tahminde bulunmak zor ama her şey bir arada ele alındığında, “konuşmacı” tanımına bağlı olarak dünya genelinde İngilizcenin anadili olan ve anadili olmasa da bu dili konuşanların sayısı 1 milyar ile 1,5 milyar arasında değişiyor. Bu, dünya nüfusunun %12-19’una karşılık geliyor. Ancak dil yeterlilik seviyeleri konusunda oldukça dengesizlikler mevcuttur.

İngilizcenin (münhasır olmasa da) baskın uluslararası dil olarak ortaya çıkışı, pek çok kişi tarafından birçok pratik avantajı olan ve hiçbir dezavantajı olmayan olumlu bir olgu olarak görülmektedir. Ancak bu durum yavaş yavaş anlaşılmaya ve üzerinde çalışılmaya başlanan sorunları da gündeme getirmektedir.

En önemli zorluk eşitlikçilik veya “dilsel adalet”tir. Ortak dil bir nevi telefon ağına benzer ne kadar çok insan bilir kullanırsa, iletişim kurmakta da o kadar çok işe yarar olur. Ancak eşitsizliğin, adaletsizliğin ortaya çıktıpı nokta bireylerin bu ağa erişimde çok farklı maliyetlerle karşı karşıya kalmasında ve onu kullanırken eşit olmayan bir zeminde bulunmalarından dolayı oluyor. İngilizce’yi ikinci dil olarak öğrenenler bu dili öğrenme maliyetlerine katlanırken, anadili İngilizce olan kişiler bu tür maliyetlere katlanmadan tüm ağ üyeleriyle bedava iletişim kurabilir. Bu, sınırsız veri içeren en yeni akıllı telefon modelini ve üzerine limitsiz bir SIM kartını ücretsiz almak gibidir.

Cenevre Üniversitesi’nden François Grin, Batı Avrupa ülkelerinin eğitim bütçelerinin %5 ila %15’ini yabancı dil öğrenimine harcadığını tahmin ediyor. AB’de bu kaynakların çoğu tek bir dilin, İngilizce’nin, öğretilmesine harcanıyor. İrlanda’nın bariz istisnası dışında, yabancı dil olarak İngilizce, tüm AB üye ülkelerindeki okullarda genellikle zorunlu ders olarak öğretilmektedir. Avrupa Komisyonu tarafından yayınlanan rakamlara göre, ilkokullardaki öğrencilerin yaklaşık %84’ü, ortaokuldaki %98’i ve lisedeki öğrencilerin %88’i bu dili öğrenmektedirler. Ortaöğretimde diğer dillerin (tipik olarak Fransızca, Almanca veya İspanyolca) öğrenilme yüzdesi çok daha düşüktür; ortalama %20 ila %30.

Bunun aksine, İngilizce konuşulan ülkelerde yabancı dil öğretimi uzun süredir düşüşte çünkü genç nesiller başkalarının dillerini öğrenmeye daha az ihtiyaç duyuyor ve bunun yerine daha başka yararlı konulara yönelmektedirler. Bu eğilim, İngilizce konuşulan ülkelerin eğitim sistemleri için, daha sonra diğer üretken kamu yatırımlarına tahsis edilebilecek önemli miktarda zaman, kaynak ve para tasarrufu anlamına gelmektedir.

İkinci tür eşitsizlik ortak bir dilin kullanılmasıyla ilgilidir. Çoğu profesyonel bağlamda, kişiler ana dillerini kullanırken daha etkili ve ikna edici olurlar. Bu eşitsizliği ölçmek zor olsa da imkansız değildir. Bilimsel araştırmalarda, uluslararası dergilerde yayın yapmak ve araştırma fonu elde edebilmek için genellikle İngilizce gereklidir.

Queensland Üniversitesi’nden Tatsuya Amano liderliğindeki bir ekip yakın zamanda çevre bilimleri alanında 900 araştırmacının katıldığı bir araştırmanın sonuçlarını yayınladı; bu araştırma, ana dili İngilizce olmayan araştırmacıların, ana dili İngilizce olanlara kıyasla İngilizce yayınları okumak, yazmak veya incelemek için ihtiyaç duyduğu sürenin iki katından fazlasına ihtiyaç duyduklarını ortaya koydu. Makalelerini yayınlanmak üzere gönderirken anadili olmayanların çalışmalarının dilsel nedenlerden dolayı reddedilme olasılığı diğerlerine oranla yaklaşık 2,5 kat; dille ilgili düzeltmeler yapmak zorunda kalma olasılıkları ise 12,5 kat daha fazladır. Dolayısıyla, eşit veya daha fazla teknik yeterliliğe sahip olsalar bile daha az kariyer fırsatına sahip olmaktadırlar.

Özellikle küresel sorunlar söz konusu olduğunda, bir sorunu tanımlamak ona çözüm bulmaktan kesinlikle daha kolaydır. Ancak bazı telafi edici önlemler küresel dil adaletsizliğinin azaltılmasına yardımcı olabilir. Louvain Üniversitesi’nden Philippe Van Parijs, biraz kışkırtıcı bir şekilde, diğer ülkelerde İngilizce öğretiminin maliyetlerini telafi etmek için İngilizce konuşulan ülkelere bir dil vergisinin getirilmesini önerdi. Bunun için, nüfusunun çoğunluğu İngilizce’yi ana dil olarak konuştuğu ülkeler için küresel bir vergi fonu oluşturulmasını ve bu gelirin, İngilizce’nin okullarda yabancı dil olarak öğretildiği ülkelere dağıtılmasını önermektedir.

Ancak dolaylı tazminatın başka biçimleri de düşünülebilir; örneğin patentler gibi sınai mülkiyet haklarının kısmen zayıflatılması. Patentlerin yasal koruma süresi azami 20 yıldır. İngilizce konuşulan bir ülkedeki işletmelerin, İngilizce konuşulmayan bir ülkede patent tescili yaptırması durumunda bu süre birkaç yıl kısaltılabilir. Bu, bu patentlerin, diğer ülkelerdeki mucitlere ait patentlerden daha kısa sürede bir şekilde lisans olmadan ticari olarak kullanılabileceği anlamına gelecektir. Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü bu yönde bir kurallar reformunu teşvik edebilir.

Diğer öneriler arasında, maliyetlerin yayıncı tarafından karşılanmak üzere, bilimsel yayınlarda makine çevirisi ve yapay zekanın daha yoğun kullanılması da yer alıyor. Bundan başka akademik dünyada toplumsal cinsiyet eşitliğini destekleyen politikalar örnek alınarak, uluslararası projelere finansman başvurularında İngilizcenin ana dili olmayan çok dilli araştırmacıları ödüllendiren kriterler tasarlanabilir.

Dilsel adalet sorunu elbette İngilizceyle sınırlı değil. Küresel iletişimin baskın dili İspanyolca veya Fransızca gibi başka bir dil olsaydı (burada Esperanto gibi tarafsız bir dilden bahsetmiyoruz) aynı sorun ortaya çıkacaktı. Ancak şu anda İngilizce baskın uluslararası dildir. Birçokları için bu bir lütuftur ama bunun endişe kaynağı olduğu kişileri de düşünmemiz gerekmez mi?

Michele Gazzola, Belfast’taki Ulster Üniversitesi’nde kamu politikası ve yönetimi alanında öğretim görevlisidir ve Dil Sorunları ve Dil Planlama dergisinin editörüdür.